MENÜ |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Kadın…. yaşında...
Yüreği, kar beyaz soğuklara terkedilmiş
ama inat bu ya hala sımsıcak. Düşünceleri kah hayatın gitgide
ağırlaşan gerçeklerinde kah aydınlık hayallerde dolaşıyor nefes
nefese.. Elinde samur fırçası,kalemi defteri, geçmişi karalayıp bugünü
renklendiriyor hiç durmadan. Renkler kıpır,kıpır , içindeki çocuk
haşarı mı haşarı... Gözleri ise buğulu bakmakta hüzünlere yenik...
Hayatı sorgulamaktan çoktan caymış.
Omuzları bir küçük kız çocuğun şımarıklığını sergilercesine "Bana ne"
ifadesinde. Kıpır,kıpır ya içi.. Arayışları var kendisinden bile sakladığı.
Bela da geliyorum demez ya... İşte böyle bir anda; ruhu, sanal dünyanın
kapısından sızıverir içeri sessiz, habersiz.. Hani şu sanal dünya varya var ya
bu günlerin belalısı. Orada kendisi gibi şaşkın yüreklerin arasında buluverir
kendini. Ve... olanlar olur o zaman. Hiç beklenmeyen anda buzda kayar gibi
"Hooop" havada bulur duygularını darmadağınık. Sanki başında deli
rüzgarlar hiç esmiyormuş, esenler de yetmiyormuş gibi.
Erkeğin yaşı….. Hırslı, kendinden emin. Kendisiyle barışık ve yaşadığına
memnun. Kahkahası ekrandan yüreklere taşan, mutlu ve duygu dolu bir bulut adam.
Eşinden ayrı ve çocukları, için
yaşamakta olduğunu saklamadan kadını davet eder sanal dünyanın sanal aşk
oyununa. Acemidir kadın. Belki genç adam da öyle. Oynadıkları oyunun
tehlikesinden habersiz bir masalı yaşamaya başlarlar.
Ekranın karşısında nefeslerini tutup beklerler sevdalının
gelmesini. Karşılaşmaları her defasında kahkahaları hatırlatırcasına şen olur.
Zamanın koordinatları buluşamadığında, birbirlerine teğet geçtiklerinde, hüzün
yayılır gecelere. Uyku tutmaz bekleyişlerde ikisini de. Sabah yeni umutlara
gebe başlar. Ve ekranda doğarlar her buluşmayla yeniden.. Duyguların en fırtınalısına
yakalanırlar. Birbirlerini gerçekten merak ederler.
Bulut adam kadının açlığından, üşümesinden bile sorumlu tutmaya başlar kendini.
Kadınsa adamın yorgun hallerine dayanamaz. Elleri dokunmasa da ellerindedir
artık. Birbirlerini el
üstünde tutarlar anlayacağınız.
Günler, aylar geçer...
Hayaller ekranlara sığmaz olur. Artık görmek isterler birbirlerini. Dokunmak
sarılmak isterler. Hatta çılgıncasına sevişmek...
Kadın kıvranır acılar içinde.. Özlem
şiddete
dönüşür. Acıtır... İşkencelere yatırır kadını. Oyun değildir artık
bu. Aşk ekranda değil hayatın ta içinde yaşamaktadır.
Bulut adam sorar durmadan ;
-N'olacak şimdi...
Kadın, adam kadar cevapsız...
"Bilmiyorum" der."Bilmiyorum"
Artık sorgulamalar başlar duyguları ...
"Bu nedir?...Bunun adı ne..?"
Kadın aşkı tanımlar ama çare değildir tanımlamak.. Yaşananlardır gerçek olan.
Hissedilenlerdir. Her sevdanın başını bir karabasan bekler ya...Beklemese sevda
denen şey olmaz zaten. İşte bu bir sevdadır ve başında karabasanlar. Kadın
unuttuğu aşk gözyaşlarını hüzünlere, sancılara, onulmaz ağrılara boyar, alaca
bulaca. Artık her şeye gözlerindeki buğuların ardından bakmaktadır. Ve ekrana
şunları; buzların arasından aldığı yüreğinin kalemiyle yazar. Yüreğini buzlara
iade etmek üzere...
"Beni sil yok et*.Ne olur bunu yap."
Bulut adam şaşkındır belki ama adı gibi bilir. Doğru olan budur. Düşünür bir
süre.Susar ekran. Susar kadının yüreği... Ölüm
anıdır bu.Verilen son nefestir sanki..
"Sevdam Hayır dese" " Sensiz yapamam dese" diye bekler
nefes almak için. Bulut adamın suskunluğu bozduğu yerde ölecektir kadın.. Bunu
ikisi de bilirler. Bir yazı belirir ekranda çaresizce okunan
"Netten çıkıyorum o zaman" "Hoşçakal"
Mavi üzerine siyah yazılmış sözcükler kararlı ve kesindir... Titreyen ve
cansızlaşan parmakları son bir kez tuşları gezinir kadının "Hoşçakal"
Düşer Bulut adamın gülen yüzü ekrandan. ...
04.09.2011
BEN BENİ ARIYORUM
Kaybettiğim beni arıyorum beni kaybettiğin yeri arıyorum. Beni kaybettiğin anı arıyorum. Kaybettiğim beni aramaya başladığımda bir yolun sonu diğerinin başlangıcıdır şüphesiz. Hayatta her şeyin bir ‘SONU’ sonunda bir başlangıcı ‘İLK’ i vardır. Film şeridi gibi düşünelim film bitiyor, makara arşivlenir. Diğer makara kaldığı yerden yeni ve daha umutlu hayatımızda yer almaya başlar. Hani çocukların oynadığı kulaktan kulağa oyunu vardır. Kulaktan kulağa fısıldanırken anlamını kaybeden cümleler gibi… bir bakmışsınız yeni bambaşka bir cümle çıkmıştır ortaya basarsın kahkahayı…
Yine de eski beni bulamazsın. Bende beni arıyorum sokaklarda. Toz toprak içinde kalmış ayakkabılarımda bile aradım. Bakmadığım yer kalmadı, herkese sordum birer, birer son ve tek ümidim kaldı… Sormadığım tek bir kişi, cevabını bilen bildiğini bildiğim…
Bulursam soracağım… onu yani beni… Bulursam soracağım.
Ben beni arıyorum kaybettiğim yeri arıyorum. Beni kaybettiğim anı arıyorum.
08.06.2012
----------- ----------------- --------------- --------------- -------------
Sabahın kör saati kasabanın meydanında toplanmaya başlandı. Çoğu erkek ellerinde 10–18 yaşlarında çocuklar. Babalarının ellerinden tutmuşlar şaşkın, şaşkın meydana bakıyorlar. Her ara sokakta bir baba ve elinde bir çocuk. Sonra kaynaştı çocuklar. Çocuk değimli el bende oynuyorlar, geniş meydanda. Babalarda toplanmış sohbet ediyorlar herkesin bir hikâyesi var. Anlatıyorlar birbirlerine. Çocukların aklı oyundaydı, kuşlar beyaz uçurtmalara dönüşüyordu. Kalbinde büyük bir sevgi ile taşıdığı yorgunluk, yoksulluktu… Onu yollara düşüren yoksulluktu. Elinden tutmuş anlatıyordu babası o dinliyordu dikkatlice… Sonra gözlerini yere indiriyor ve sessizce sızan gözyaşlarını elinin tersi ile siliyordu. Baharın serin savurganlığıyla tanışmış cılız ağaçlar gibiydi. Nasıl cılız ağaçların üç beş yaprağı taşıma dermanı yoksa onu da taşımaya ayaklarının mecali kalmamıştı. Estikçe serin rüzgâr yüreği ürperiyordu. Dallar ne tarafa eğilirse o yöne gidiyordu çaresiz. Çaresi de yoktu sanki. Sonra kardeşlerini düşündü. Hasta yatağında sessizce yatan anasını düşündü. Yataktan kalkarsa giyecek hırkası yoktu. Bu para ile babası söz vermişti, annesini doktora götürecek sonra da gelirken ona yün hırka alacaktı.
Bunca yıl içinde beslediği duygularını coşturdu. Hasretini, özlemini içinde büyütecek kavuşma zamanını hayal edecekti. Meydana geldiğinde bıraktı babasının elini o da yavaşça bıraktı ayrıldı eller.
- Sen çocukların yanına git ben de şu emmilerin yanındayım.
Baba uzaklaştı, oda oturdu duvar dibine başını ellerinin arasına aldı. Koca adam gibi, güneş ışığında bir parçaydı sanki gözlerindeki pırıltı. Dünyayı gören gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü, soğuktan kuruyan yanaklarına. Küçük ellerinin tersi ile sildi. İne soğuk bir rüzgâr esti buruk bir gülümseme kaldı. Karşıda babalara bakarken anlamadı. Zaten anlasa da ne fark ederdi, yorgunluğu kollarında yalnızlığın elinden tutmuş biraz sonra verilecek kararı bekliyordu. Babalar birileri ile el sallamakta. Üçüncü kişide arayı bulmaya uğraşmakta. Birden babasının ona seslendiğini duydu arkaya bakmaya cesaret edemeden babaya doğru yürürken duyduğu bir ses bile onu yolundan çeviremedi. Derin düşünceler içerisinde mahur gözlerini bir kez daha gökyüzüne kaldırdı. Nasılda emindi mutsuzluğunu alıp gitmeye. Hasret, özlemi yeterdi ona bir ömür.
Sonra yürüdü babasına doğru. Yanına gelince başkası elinden tuttu. Elini tanımadığı bir adamın avuçlarına koydu. Adam tamam sen şurada beni bekle dedi. Sevgisiz kupkuru bir sesle. Sonra babaya cebinden çıkardığı paraları saydı. Baba gözleri çakmak, çakmak aldı parayı nerde ise oynayacak çocuğu bile unuttu sanki. Birden hatırladı çocuğu geri döndü.
- Unutma ağlamak yok ağanın sözünden çıkmakta. Sonra geri alır parayı. O zaman ananın tedavisi de yarım kalır. Bak hırkayı da alamam.
Yalnızlık bakıyordu elleri yavaş yavaş ayrıldı elleri birbirinden uzaklaştı. Babada uzaklaştı oradan kaldırım kenarın da kaldı yapayalnız. Oturdu artık yalnızdı mavi gözleri buğulandı. Başını kaldırdı mecburdu gitmeye, başka çarede kalmamıştı. Adam yanına geldi. Hadi şu arabaya bin ben birazdan geleceğim dedi. Sessizce kalktı, ayakları sanki daha da güçsüzleşmişti. Yavaş, yavaş yürüdü ve bindi arabaya başını cama yasladı öğlece boşluğa bakıyordu. Ne ağlıyor, nede gülüyordu, bütün duyguları donmuştu. Babası onu 2 yıllığına ağaya çoban diye satmıştı. Oysaki o daha on yaşındaydı. Arkadaşları kalem tutarken o sürünün peşinde sopa tutacaktı.
Araba hareket etti bakarken göz kapakları ağarlaştı. Uykuya daldı, rüya mı idi. Hayal mi bilemeden öğlece uyuya kalmıştı. Kalın bir gözün onu dürtmesi ile gözlerini açtığında. Aklı şaşmıştı sanki burası bilmediği bir diyardı. Acı ile kıvranmaya başladı ağlıyor hem de tepiniyordu. Birden suratına bir tokat patladı sanki dünyası şaştı. Kulağından bir şeylerin aktığını hissetti, ama acı ile susmuştu. Sadece oluklar akar gibi gözlerinden yaşlar akıyordu. Tokat’ın acısını çaresizliğimi bilinmez adamı takip etti. Adam onu ahırın kapısına kadar getirdi. Yatağın içeride şimdi bu gün dinlen yarın hayvanları alır otlatmaya götürürsün dedi. Sonra seslendi şuna bir parça ekmek getirin bir tepside, ekmek(kuru gibi) biraz da peynir vardı. Al diye uzattılar. Aldı! Artık hiç bir şeye itiraz etmeyecekti. Haklı idi ağa parasını saymıştı babası da almış ve onu satmıştı bu ağaya o gün onlarca çocuk satılmıştı orada. Kaderleri hep aynı idi. Satılmış çocuklar bu kasabada bir Pazar vardı, çocuk pazarı ve buralar da satılmış çocuklardı. Ne olursa olsun bu iş olmalıydı. Herkes bir hikaye anlatmıştı. Herkesin bir hikâyesi vardı.
Kuru ekmeği yedi çocuk sonra samandan şilteye yattı. Ne zaman geçti ne oldu bilmeden öylece yattı… Yattı… Bir ses ile uyandı. Kalk diye söylenen bir ses annesi değildi bu ses… Annesi bağırmazdı ki zaten bağırmaya dermanı da yoktu. Birden eline bir ıslaklık değdi, gözleri korku ile açıldı. Şimdi ne yapacaktı artık ağlamıyordu da. Kadın tekrar geldi bu sefer avazı çıkıncaya kadar bağırıyordu birden yorganı çekti o da ne sen… … … … İşemişsin… Vay başıma gelen çocuk mahcup bitkin öğlece kaldı. Satılmışlığına mı yansın yoksa ıslak ve koku içinde ki bedenine mi bu bizim kaderimiz olmamalıydı der gibi baktı. Sonra gözlerini kapadı. Bağırsa kim duyacaktı, duyanda yoktu.
Sidikli çoban olmuştu, satılmışlığın ötesinde…
(Sıdıklı çoban nasıl topal çoban olacak gelecek sayıda) 13.06.2012
BEN HAYKIRAYIM SEN MATEM ET
Biz nasıl bir toplumuz bazen düşünüyorum da bir türlü işin içinden çıkamıyorum. Bakıyorum; Kim ne söylerse alkışlanıyor. - Yaşasın, - Kim bu yaşasın Ömrü alan mı yoksa menfaat uğruna şak… Şak… Şak Bugün bir başka yazıyor kalemim satırların arasında gezinir ben. Öğle şiirlerimiz var ki yıllar önce yazılmış. Ama saha dün yazılmış gibi oturuyor yerli yerine, o gün ne ifade ediyorsa bugün de aynı şeyi ifade ediyor. Anlayana çok şey ifade ediyor bu dizeler. Anlamayana yazmamıştır şair. Burası Türkiye herkes kendi siyaseti kendi çıkarı için yapıyor. Hep şak… Şak… Şak… Sonra iki eli kafasında yalnız kalmış. Biz ninni dinlemeye alışık bir milletiz de. Bu ninni tadı anneannemin ninnisine benzemiyor. O geceleri uyuturdu şimdi gözümüz açık uyuyoruz. Bu memlekette ne çok şiirle çığlık atan şairimiz vardı. Şimdi onlar yok artık ama bakıyorum öğle çok seslenmişler ki sesleri mısraları zihinlerimize kazınmış yaşatacağız. Bırakın bende haykırayım, susarsam sen matem et diye bitireceğim. Sahi aklıma takıldı hangi şairimizin şiiriydi. Kim söylemişti. Gelin onu da analım. Benim aklıma gelmedi, bakalım siz bulabilir misiniz? Sarı saçlarını deli gönlüme bağlamışım çözülmüyor Mihriban/ Ayrılıktan zor belleme ölümü/ Görmeyince çözülmüyor Mihriban. Bunlar sözün ustası Abdürrahim Karakoçlar daha kimler kimler yok ki? İster hayatta olsun ister Allahın rahmetine kavuşsunlar bunlar bizim hayatımız bu büyük ustalar hep yaşayacaklar. Sözün ustalarına yaşarken selam olsun.
KADIN OLMAK
Kadın önce eş olmalı, sonra evin hanımı olmalı, anne olmalı. Sonra ailenin büyüğü olmalı. Sonra anneanne olmalı… Olmalı… Hep olmalı. Ah… Aslında kadınlar ne kadar narin, hassas, duygulu, kırılgan. Nasılda tıpkı kristal bir vazoya benzerler. Her zaman kibar davranışları, saygı dolu yaklaşımları, hak ederler. Hep yaşlanacak bir omuz. Hep sarılacak güven dolu bir kalp. Sımsıkı kavrayıp onu hiç bırakmayacak bir el ararlar. Birden hayatta bir şeyler değişirse kadın güçlü olmak zorunda kalırsa. O zaman onu kavrayan saran eli aramaz ona bakan gözlerin ateşi ile sarar sarmalar bir de bakmışsın güçlü bir kadın oluvermişsin. Hem kadın olmak hem de güçlü olmanın kadına ne gibi sorumluluklar getireceğini bilir kadın. Omuzlarına neler yüklendiğinin farkındadır. Güçlü kadın zekidir, akıllıdır, her türlü zorluğun üstesinden nasıl geleceğini bilir. Sorunlarla baş etmenin yolları iyi bilir. Zayıflığına asla yenik düşmez. Ailesi hele de çocukları için her türlü fedakârlığı yapmaya hazırdır. Gözyaşlarını içine akıtır. Çığlıklarını sessiz ve yorgan altında atar. Söylenenler onu etkilemez. Kalbindeki engin sevgi bitmez tükenmez enerjiye dönüşür. Kendini bir dakika bile düşünmez. İmkânlarını sonuna kadar kullanır. Kendi özeli aşkı özlemini isteklerini hatta hayallerini bile erteler. Gerçekte ne kadar güçlü olursa olsun hangi kadın terk edilmeyi kabullenir ki. Hangi kadın eve bir başka kadının gelmesine sessiz ve sakın kalabilir. Çalışmak bir olgudur. Hatta kadın için meziyettir de yinede kaderlerini yalnız başlarına yaşamayı istemezler. Hiçbir kadın güç sıfatı ile ne terk edilmeyi nede tek başına bırakılmayı hazmedemezler. Bunu sadece büyük kentlerde düşünmeyin. Gelin Anadolu’nun o ücra köşelerine. Anadolu’muzun o güçlü bir o kadar da çilekeş kadınlarını unutmamak lazım. Töre; kadın göğüsler, çocuk kadın göğüsler sanki tek suç onlarınmış gibi kız mı doğurdun döl tutmadın mı? Kaderine mahkûmsun. Kırsan zincirlerini ne olacak ki eline bakıyorsan erinin güç sende olmaz. Olamaz ketsimi ekmeği işte sen yine mahkûmsun ona boyun eğmeye. Onun kaderi gücünü yener birde akraba evliliklerinden doğan engelli çocuklar. Ne zordur Anadolu’da kadın olmak. Sırtında bebesi, tarlada, bağda, bayırda, ahırda hepsen. Birde engelin varsa o suçta senindir. Eğer böyle bir çocuk varsa adam ya çeker gider ya da sana kuma getirmek boynunun borcudur. Bahane çok hem de genç ve körpe olmalı ona erkek evlat vermeli sanki bunun suçu olmaması gibi. Geldiğinde o da genç değimliydi. Erkekler… Ah kendileri için yaşayan bu varlıklar. Babadan atadan öğle görmüşler, oturmuş kadın kalkıp yapmış her işi. Onun bir derdi var mı diye hiç düşünmemiş. Hep istemiş kadın güçlü ya hep vermiş. Hani evlenirken derler ya iyi günde kötü günde hep yanında olacağım. Sanki bunu bir tek kadın söylemiş erkek vermemiş gibi. Unutmayın ki sizi de yetiştiren kadın anandır. Kadına saygın yoksa anana duy bu saygıyı.
Gerçeklik de, gerçekten hareketle kullanılan, gerçek olarak var olan şeylerin tümünü ifade eden bir kavramdır.
İnsan duyu organları aracılığıyla olayları, görünüşleri algılar, bu algıladıklarını kendince dönüştürür ve değerlendirir. Böylece nesnel gerçeklik algılanır. Duyularımızla algılananlar bilincimizde bir işleme tâbi tutularak kendince dönüştürür. Öyleyse her imge gücünü nesneden yani gerçeklikten alır. Şiirde, daha yerinde bir ifadeyle sanatta gerçeğin dönüştürülmesi söz konusudur. Ancak bu dönüştürme bilimden, felsefeden ve gündelik hayattan daha farklıdır. Gerçeği ve gerçekliği görme, algılama ve kavramada kusurlu ve eksik olanların söz konusu dönüştürme işinde başarılı olamayacakları ortadadır. Şiire özgü gerçekliğin temelinde yaşanan gerçeklik ve onun prensipleri vardır. Ancak buna bireysel yaklaşım söz konusudur. Birey, yaşadıklarıyla, sezgileriyle, tasarılarıyla, izlenimleriyle gerçekliği algılar ve kendine göre dönüştürür. Gerçeklik her türlü bireyselliğin kesiştiği noktadır. Bilimsel ve pratik gerçeklik hayatın içinde paylaşılır. Şiirde de doğal olarak, yazıldığı dönemde her türlü bilimsel ve pratik gerçeklikten yola çıkılarak, daha üst seviyede kapsayıcı bir gerçeklik kurulur. Bu kuruluşta, kişinin sezgileri, tasarıları, hayalleri, bilinçaltı zenginlikleri bir araya gelir. Şiirsel gerçek, bireyin her türlü yetenek ve kazanımıyla her şeyi ve her hâli anlama, yorumlama ve değerlendirmesi sonucu ulaşılan bir üst gerçekliktir. Bunun için onda düşünce, sezgi, tasarım, coşku, izlenim vb. bir aradadır. Şiirsel gerçeğin ifade aracı da imge ve sestir. İşte bu gerçekliğin ifadesinde dil göstergeleri yeni anlam ve değer kazanırlar, duygu ve çağırışım değerleriyle üzerinde durulan konuyu zenginleştirirler. Böylece zaman zaman adeta yeni bir dil ortaya çıkar. Şiir öğretmeyi, anlatmayı, göstermeyi ikinci plana iter; çağrıştırmayı ön plana çıkarır. Çok defa kelimeler ses, söyleyiş ve anlamlarıyla kendi anlamlarının dışında başka şeyleri çağrıştırırlar. Çağrışım da kişiden kişiye değişir. Zaten şiirde dil, şiirsel işleviyle kullanılır. Böylece de yeni ve farklı bir iletişim aracı oluşur. Bu geniş anlamıyla edebî metindir. Şiir ise sözü edilen özelliklerin daha uygun görüldüğü ve yaşandığı metin türüdür. Her şiir, her okuyucuda farklı duygular uyandırır. Ancak belirli dönemlerde yazılmış birçok metnin ortak yönleri olduğu hissedilir, belirlenir. Bir şiirin her okunduğunda yeniden yorumlanabilmesi yan anlam değeri bakımından zengin olmasına bağlıdır.
Şiir kendisine özgü bir iletişim aracıdır. Bu iletişimde yan anlam ve çağrışımlar daha önemlidir. Ama ne olursa olsun bir iletişim söz konusudur. Her iletişimde de gönderici alıcıya bir şeyler söyler, bir şeyler aktarır. Bu söylenen ve aktarılanların anlamı yoksa saçma olur. Çünkü anlamsız şey saçmadır. Anlam; bir dil biriminin ilettiği, uyandırdığı, düşündürdüğü, sezdirdiği, çağrıştırdığı kavram, tasarım, düşünce ve sezgidir. Öyleyse şiirde anlam üzerinde durulurken şiir metninin ilettiği kavram ve bilgiden değil o metnin düşündürdüklerinden, sezdirdiklerinden, çağrıştırdıklarından söz etmek gerekir. Bu da dilin şiirsel işleviyle gerçekleşen iletişimin özelliğidir.
YALANDAN ÖLMEK
Yalanında rengi varmış pembesi, beyazı, karası kokusundan bahseden yok, kokusu sarımsağa benzer. Çok uzaklardan hissedersinde o leş kokusunu. Söylendiğinde buram buram burnumun dibinde tütüp tütüp duruyor, o an sen aptalsın yalanı söyleyene göre. İçinden nasılda keyifle gülümsüyorsundur, bak nasılda kandı diye. Anlasan da anlamasan da ne çaresiz bir andır o. Bağırmak haykırmak istesen de nafile ciğerlerin patlarcasına nefes almak istiyorum. Aptal değilim. Ama çaresizim, keşke bir tabela olsa içimiz de her yalanın sonunda yanıp anıp sönse (pinokyonun burnunun uzaması gibi) nasıl da saldırganlaşıyorum. Büyürken akıllı ol der hep büyükler ama çocuksu yalanları bazen görmezden geliriz. Çocuk aklı inandığını sanır, o küçük aklı ile. Sonra da aklın bu olduğuna inandırır kendini ve renk koyar yalanlarına.
Tüm ilişkilerde moda oluveriyor, bazen patronun, bazen eşin, bazen anne babanın, bazen kardeşin, çok sevdiğin dostunun bazen de farkında bile olmadan kendinin. Hem pisliği kokluyor hem de aptal olduğun gerçeğini zorla kabul ediyorsun. Ne acıdır ki gülümsemeye mecbur bırakıyorsun. Dedim ya yalanın rengi var. Sebebi var her duyduğunda naletler okuyarak benim iyiliğim geleceğim için. Ya da bu pembe yalan bu dünyanın içini kanatan yanlarından biri de bu.
İtiraz etsen biraz hakikat bu desen dokuz köyden kovulursun. Birinci köyden tasımı tarafımı toplasam gitsem oda olmuyor, bakmışsın kimse kalmamış yanında. O kadar yani yalan aslında söyleyeni de dinleyeni de aptallaştırıyor. Herkes gerçeği biliyor ama sanki anlaşmış gibi her iki tarafta susmayı tercih ediyor.
İstersen son söylemeye çalışsan birde bakmışsın susturulmuşsun. Bir şeyi sevmek yanlışlıkla, sempati bile duysan, hemen alıverirler elinden. Ya koyun muyuz bizler her kokladığım yalanla ağız dolusu kusuyorum. Böcek oldum olmadı sırtımı yalana yasladım dünyayı tersinden bakıyorum boş hayatlara.
GÖK MAVİSİ BİR DENİZ
Martılar nevale kopma yarışındaki çığlıkları sessiz sahilde nasılda yankılanıyordu. Günün, insanı saran sarı sıcak aydınlığına karşın maviliğin içine dalmış gözlerinde açılmış anılar. Asumanın maviliğine kapıdan dökülen hüzünlerle kendimden çok uzak ve karanlık içindeyim. Martı çığlıkları arasında durgun denize bakarken farkında olmadan konuşuyordum kendi kendime ‘ ne garip insan en çok nefret ettiğine, âşık olup sevebiliyormuş, meğer! ’ bak gidemiyorum ayrılamıyorum senden ve senin soluduğun havadan hayat neleri öğretiyormuş insana yaşadıkça.
Başımı kaldırdığımda yüzünü gördüğünün sesiyle irkildim birden. ‘ bir şey mi dediniz bana ’
- Ah yok size demedim ben denizle konuşuyordum.
Tövbe tövbe diyerek uzaklaştı. Bende bir müddet daha oturdum. Öylece kaldım sonra yavaşça doğruldum. Şimdiye kadar hiç düşünmemiştim. Başkasının gözüyle yalnız dünyam da kurduğum yalnızlığım birde deniz… Martılar yoldaş olmuştu bana … Da… Kimse deli divane bakmamıştı. Yaşadığım hayali şeylerin derinliği ve sınırı yoktu. Ben kurmuştum benim dünyamdı.
Damların arkasından güneş doğmak üzereydi. Yastığımı yoldaş yapmış yumulmuştu gözlerim mevsim güzdü dışarıda çığlıklar yükseliyordu martı çığlıkları. Gide gide aynı bir yere koyar oldum yazmışlıklarımı. Kesip yapıştırıyorum rastladıkça geçmişi. Böylece bir şiiri, hem anlayarak okuyacak seven biri çıkacak karşıma. Paylaşacaktır duygularımı sana olan hasretimi şimdi ilgimin kaynağından bilinmedik bir özlem yatıyordu. Yumuşacık sanıyor muydu geceleri o şiirlerin ardında gizlenen seçkin güzelliği yudumluyorum. Uzaktan uzağa o içli o bin bir renkli şiirler seni anlata bilir mi onu da bilmiyorum.
Geçip gitmişti günler bir çırpıda, sevgin heyecanlı, coşkulu, bazen de dingil bir fırtına eser gibi geçip gitmişti. Günler taaa uzanan bu günlere… Onu affedebilir miyim diye düşünüyorum, çoğu kez. Her şeyin daha kolay olacağını düşünüyorum bu gece.
Sabahın erken saatlerinde yine indim sahile. Sanki denizde durgunlaşmıştı ruhum gibi, yüreğime huzur doldu. Yosun kokan o nemli deniz, havasını çektim içime. Gelirken yanımda getirdiğim torbayı attım çöp kutusuna sessiz durgun sahilde daha iki atmıştım ki çığlıklar saralı etrafımı. Martılar nasılda uçuşuyorlar nasıl çığlık çığlığa… Sahil esintisini ve güzelliğini görmek için dağların görüntüsü tüm heybeti ile fotoğraf oluşturan sanatçının huzuru var içimde sildim nefreti rüzgâra verdim çok uzaklara attım. Yaşadığım güzellikleri güzeli ve yeşili yaşamak istiyorum sevgimle…
HAYAT
‘ Hayat üç buçuk ile dört arasındadır! Ya üç buçuk atarsın ya dört dörtlük yaşarsın’ Neyzen Teyfik
Dört dörtlük yaşamak şimdi yaşadığımdan derin bir kuşku duyuyor, bazende gerçekten yaşıyor muyuz diye sormadan edemiyorum. Nefes aldığımız müddetçe yaşıyoruz işte, yaşıyoruz ona kuşku yok. Tabi yaşadığımız hayatın niteliği Neyzen Teyfik gibi ‘ üç buçuk atarak mı?’ ‘ dört dörtlük yaşamak’ mı? Yaşanmış veya yaşanmamış hayatlar hem güzeldir, hem de tehlikelidir. Çünkü çizginin dışına çıktığında hayatın sana neler getireceğini neler alabileceğini bilemezsin. Derin hayat kırıklıkları seni bekleyebilir.
Yaşadığımız hayat gerçek mi? Belki de insan oğlu bu soruyu doğduğundan beri sorar, sorarda bir türlü cevabını bulamaz.
‘Ben gerçek miyim?’ yaşadığımız bu hayat mı?
Yaşamak dünyanın nefesini duymaktır. Çiçeklerin mis gibi parfüm kokusunu, çikolatanın ve de sevgilinin kokusunu duymaktır. Belki bir gün onlarda algılayabilirler. Ne güzel… Ne mutlu size! Gerisini el yordam ile bulabilirsin. Ama koklamak ve tatmak insanın temel duygularıdır. Onları kaybedenler bilir ki… Ondan sonrası hayaldir. Yaşarsınız ama kokusuz ve tatsız dünyada. Öğle bir dünya düşünün.
Siz hiç ‘şiir yazamasam yaşam yaşamaya değer bir yer olmaz’ duygusuna kapıldınız mı hiç.
Öğle ise yaşamın kaynağı kendi içimizde bilir. Biz isteriz kimse zorlamaz sizi ama her şeye rağmen yazmasam. Mutsuz olursun yazarsan saklı yaraların azar içinde. Yazdıkça anılar üfler yaralarını. Geçmiş kapıdan esen yel gibi dolmak ister yüreğine yaz ferahlasın yüreğin belki üç buçuk attırır hayat sana. Olsun dört dörtlük yaşamak senin neyine.
HİÇ YAKIŞMADI MAVİ SONSUZLUK
İnsanın yaşarken hissettiği duygular vardır. Ansızın unuttuğunuz bir şeyi hatırlar gibi. İşte bende bugün sevdiğim ama uzun zamandır görmediğim bir aile büyüyüm Gülfem hanımı birden hatırladım. 15–20 km uzaklıkta ki bir köyde oturuyordu. Yalnızdı çok sevdiği eşini kaybetmiş ama onunla yaşadığı evi bir türlü terk edemedi. O yeşiller içinde ömrünü tükettiği.
Özlemişim. Onunla kahve içmenin tadı başka idi. Adım gibi biliyorum o da özlemiştir. Ne yapsam olmuyor çok istesem de bazen yetişemiyorsun hayatın akışına. Çok özlemiştim.
Evden ayrıldım arabaya atladım. Bugün onunla kahve içmeliyim hem de fal bakmalı bana. Güzel şeyler söylemeli. Evden çıkalı çok olmamıştı ama ayaklarım hep gaza gidiyordu. İçimde anlamadığım bir telaştan ellerim titriyor, sıcak basıyordu yüreğimi. Her zaman gittiğim bu yol uzadıkça uzuyor. Aradan çok uzun zaman geçmiş gibiydi. Heyecan yolda ilerlerken daha da arttı. Kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu. Bir seranın önünden geçiyordum. Çiçek çeşit çeşit olmalıydı. Çiçek demetini eline alınca!
- Canım bu ne kadar güzel çiçekler. Her biri ayrı güzel senin yüzün yüreğin gibi.
- Beyaz papatyalar saf temiz yüzünü,
- Yeşiller umutla bakan baharları,
- Sarılar umutsuz günlerinin umudunu,
- Pembeler Hayalların ürünlerini
- Mavi sonsuz mutlu günlerini! Her çeşidinden aldım, arka koltuğa özenle koydum. Çiçeklere bakıyor geç kaldığım için hüzün kaplıyordu içimi.
Ağlamak geliyordu içimden durmadan. Birkaç dakika sonra oradaydım. Arabayı istop ettim çiçekleri kucağıma alıp koşar adımlarla bahçeye girdim. Bir ağacın altına uzanmıştı. Beni görmüyordu, heyecanla koştum yanına bak Gülfem hanım ben geldim. Elimi uzatıp okşadım başındaki beyaz tülbentten yapılmış örtüsünü. Uyuyordu sanki hiç yakışmadı. Bu hiç olmadı. Çiçekler döküldü kucağımdan açık kalan avuçlarına koydum. Tülbent ini düzelttim. Tuttuğum yaşlar boşaldı gözlerimden artık bağırarak ağlıyordum. Bağırıyordum, kapandım üzerine.
— Hep bir gün mavi yolculuğa çıkacağım derdin de bu kadar çabuk mu? Ses vermedin. Mavi sonsuzluğa çıkmıştın. Anladım ama yüreğim anlamadı. Koşa koşa gelip ellerimi sürdüğüm bu toprak. Sen kokuyor ne çabuk kokun sindi. Çiçekler serptim gelinler gibi oldun. Her rengi var içinde beyaz, sarı, kırmızı, yeşil, turuncu, mavi sonsuzluğa giderken bizlere bıraktığın anılar satırlarda kalacak. Mavi sonsuzluktan gülümse bize ben her gökyüzüne baktığımda mavi gözlerini bulutların arasından göreceğim mavi sonsuzluğa…
………………………………………………
Biliyor musun bu gece bir şeyler yazmak geldi içimden. Ben yanlış bir yerde miyim diye sordum kendime de yine kendimce cevap verdim. Aslında söze dökülmeyen söylendiğinde yaralamayan, söylemediğimde yüreğimi yakan bir cümlede yok orta da. Veya anlatmaya çalışsan da elimde avucumda tek bir kelime yok, gereksiz ısrarlar sonunda unutulan verilmiş sözler.
Belli ben yanlış bir yerdeyim, ve yada durduğum yer yanlış, bilmiyorum artık düşünmekte istemiyorum. Sen mi bana bir adım gelmiştin, yoksa ben mi? Gelmiştim, bilmiyorum bilmekte istemiyorum. Bazen düşünüyorum da hangimiz daha uzağız bir türlü bulamadım, gönlüme koyduğum yer mi daha yakındı, yoksa ben mi oradan çok uzaktaydım. Yüreğimden geçen ben buradaysam sen neredesin. Senin sınırların neresi sen günahı ile sevabı ile bu yüreğimin yanında mısın?
Biliyor musun? Ne yazdığım şiirlerle seni doğru anlatabildim mi onu da bilmiyorum plaklarda çalanlar da sahte gibi geldi.
Hep yüreğimin kapıları açıktı, belki ansızın girersinde ilişirsin diye. Bekledim yüreğimin köşesine ama açık kapıdan ne kadar girmesini istediğim girdi de.
Bir sen, sen bir tek giremedin.
BİR AVUÇ SEVG
Sabahın seherinde gül,
Yaprağına çiğ düştü mü?
Gül, rengine döndü mü?
Seherin kızıllığı,
Sabahın, alaca şafağımda!
Beklediğin güneşin doğar.
Üzülme be yüreğim.
Sabaha varan kızıl şafağımsın.
Uzak bahçelerde açan,
Kızıl karanfilimsin,
Bir avuç sevgi, yüreğim,
Yarım kalan düşlerimden,
Ya da temmuz sıcağında,
Boncuk boncuk terlerken!
Sanırım hepimizin "çocuk kalbinin en özlenir yanı, sıcak insan ilişkileri" Ama erken büyümek, çocukların yüreklerine ağır geliyor.
Ben daha büyümedim, Bir gün bile büyümedim. Sen de büyüme, saklambaç bile oynarız belki. Tüm çocukluğumla kucaklıyorum.
Aslında tarafsız bir yaklaşımla bakınca çocukluğumun öyle aranır bir yaşanmışlık özlemi yok. Çünkü çok fazla yoksulduk. Gene de dediğin gibi ben de sık sık çocukluğumdaki çocuk halimle hayali buluşmalar tertiplerim. Ben çocukluğumdaki hayallerimin tadını özlerim. Bir ilkokul ders kitabının içindeki resmi hayal edişimi özlerim. Hani bir oda, bir sedir; iki kuru sandalye. Ortada teneke soba, sabanın yanında tekir, bir kedi, sobanın üstünde kestane, iki çocuk, anne ve sedirde aksakallı güleç bir dede! Ben bu resmi hayalimde gerçek yapmaya çalışırdım. Sıcak insan ilişkileri çocuk kalbinin en özlenir yanı...
Büyüklerin penceresinden çocuklar. Büyüklerin yüreğinden küçücük yürekler. Bu kadar güzel okunup bu kadar güzel yazılabilir büyüyünce küçüklük ruhu. Tıpkı yazdıklarınız gibi. Bir an önce büyümek. Anne karnında 9 ayını tamamlayan bebeğin bir an önce dünyaya gelmek için tepinmesi gibi. Sonra küçülmek, durdurmak yaşamı, çocuklukta olsa şu an düşündüğümüz aklımız çocukken bu kadar yetkin olsa, çocukluğumuzu yaşamazdık. Doğal olamazdık. Her yaşın yaşamda ayrı bir güzelliği var. Ama hep geçmişe özlem kokar.
Geçmişe kanattı belki ama sıcacık bir kucak oldu bana. Uzaklardan uzun zamandır unuttuğum bir koku getirdi. Kimseye benzemeyen ve kimsenin de benzeyemeyeceği birinin kokusunu... Boğazıma bir düğüm daha atıldı. Ah keşke... İle başlayan bir suru cümle etmek istedim ama sustum. Hiç kırmak, bağırmak istedim... Bir yer sızladı taa derinlerde. Düştüm sanki. Oysa babamın omzundaydım en son. Annem tatlı sert bakıyor ve gülümsüyordu. O kadar yakindi ki çocukluğum. Neden bu boşluk şimdi? Büyürken ufaldık, ufaldık, ufaldık... Bir yıldız tozu üflesek siler mi kendi sihriyle çocukluğumuzun üstündeki yıllanmış küfü, pisi? Yine küçükler olur muyuz?
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|